Sevgili okuyucularım; bu sayımız da sizlere attığımız adımın, verdiğimiz nefesin, çocuklarımızın kokusunun hatta ve hatta yârimizin bir saç telinin bile yaşantımızdan daha değerli olduğunu ve şuan neden şükretmeniz gerektiğini satırlara dökerek anlatacağım.
Hayatım boyunca beynimin bir tarafına kazıdığım bir sözü sizlerle paylaş istiyorum, ‘’Ayakkabılarım olmadığı için üzülüyordum, taki sokakta ayakları olmayan adamı görene dek ’’ birçoğumuzun hayatında zorlu geçen süreçler vardır ve her zaman olacak da, eminim ki şuan bile bu satırları okurken geçmişinize dalmış en acı hatıralarınızı hayal etmeye başladınız bile, dikenli yollardan geçerken ayaklarımız, ellerimiz kan içinde kaldığı günleri evet hiç birimiz kolay kolay unutamamıştır, peki tecrübe kazanmak için ağır bedeller mi ödememiz gerekiyor, aslında her tecrübenin arkasında dikenli yollardan geçmemiz gerekmiyordu, peki ya nasıl olacaktı, bedel ödemeden nasıl ayakta kalmayı öğrenecektik. Gerçekten tecrübe sahibi olmak istiyorsak bedel ödeyerek değil, bedel ödeyenlerin tecrübelerinden yararlanırsak işte o zaman bedel ödemek zorunda kalmayacaktık. Dergimizin bu sayısında sizlere belki başarı kazandırmayacağım fakat başarıdan da daha değerli aldığınız 1 saniyelik nefesimizin ne kadar değerli ve kıymetli olduğunu göstereceğim.
Hayaller Paris Gerçekler Metris ;
Hoş Geldiniz acı ama gerçek hayata, birinin benden Cennet ve Cehennemin tarifini yapmamı isteseydi eminim ki çok kolay yapabilirdim, ahirette bilmiyorum fakat bu dünyada arada ki fark sadece 100 adımdı, evet, evet her şey sadece 100 adım da değişiyordu. Metris’in 100 adım ötesi büyük bir alış veriş merkeziydi. Özgürlüğün ve Mahkumiyetin sembolü bir arada karşılıklı duruyordu; birine girmek için can atarken, diğerinden çıkmak için canımızı vermeye razıydık. Beyaz ile siyah gibi tamamen zıtlardı birbirlerine, biri güneş gibi aydınlatırken diğeri ise ay gibi karartıyordu. Hayatımız tıpkı Matematiğin meşhur ‘’Pİ’’ sayısı gibiydi, asal sayılarda her ne kadar değeri olmasa da doğal sayılarda bir o kadar değerliydi.
Bizlerin varlığı da tıpkı ‘’Pİ’’ sayısı gibiydi, varlığımız her ne kadar burada değersiz olsa da, yokluğumuz dışarıda yapayalnız bıraktıklarımız için bir o kadar değerliydi. Kendimi bir an Sirkeci trenin de iğne iplik satan işportacıya benzetmiştim, sadece 1 TL’ye iğne iplikten başka her şeyi satıyorlardı. Ben de sizlere sadece bir hikaye ile Sevgi, Mutluluk, Özlem, Hasret, Umut ve Yaşama tecrübesi ile birlikte aldığınızın nefesin bile kıymetini satıyordum. ‘’Geceden süslenmiştik, kıyafetler hazırlanmıştı, bir hafta önceden kantinden alınmıştı çocuklara çikolatalar, yine bir Çarşamba sabahı gelmişti, normal günlere göre daha erken kalkmıştık, heyecan tüm bedenimi sarmıştı tıpkı benimle birlikte bekleyen tüm mahkumlarınki gibi, kapı ağzında hazırda bekliyorduk, gardiyanın kapıyı açması ile tüm atılan kalplerin sesleri adeta dışarıdan duyuluyordu, büyük bir sessizlik kaplamıştı tüm koğuşu, birazdan ak saçlı gardiyan ziyaretçisi gelenlerin isimlerini okumaya başlayacaktı, hayatımda ki en büyük heyecanı yaşıyordum. ‘’ya ismim yoksa o listede, ya gelemediyseler, peki ya trafiğe takıldıysalar’’ zihnimiz bizden önce harekete geçip saniyenin 10/1’i kadar sürede yüzlerce ihtimali sıralamıştı, her okunan isimde kalbim yerinden fırlayacak gibi oluyordu. Ve sonun da ismimin tam kelimesini bitirmeden ak saçlı gardiyan, atmıştım bile kendimi
kapıdan dışarıya, koşar adımlarla gitmek istiyordu ayaklarım, zincirinden kopmuş bir boğa gibiydim, sığmıyordum hiçbir yere, sevdiklerimiz ile aramızda sadece uzun bir koridor vardı, bıraksalar 5 dakikalık ıssız koridoru 5 saniyede bitirebilirdim, sanki zamanımız çok varmış gibi koridorda sıraya sokup arama yapılması tam bir psikolojik baskıydı, dışarıdan gelmiyorduk, içeriden çıkıyorduk, ne alabilirdik üzerimize özlem ve hasretten başka ?
Beklenen o an gelmişti, adımımı görüş salonundan içeri atar atmaz gözlerim sevdiklerimi aramaya başlamıştı ve bir ses yükselmişti, sanki o an herkes susmuş tüm salon bomboş kalmıştı, ‘’ baba, baba ‘’ bir anda yere yığılıp bayılacağım diye korkmuştum, hayır şuan hiç sırası değil di, ellerimden daha çok ayak bileklerim titriyordu, ayakta durmaya takatim kalmamıştı, aman Allah’ım bu nasıl bir sevinç ve mutluluktu, insana cezaevinde dahi olduğunu tamamen unutturuyordu, kocaman açılmış kollarımın arasına koşarak, hatta uçarak gelmişti dünyalar tatlısı evlatlarım, sımsıkı sarılmıştım o küçük bedenlerine, gözlerim dolu dolu olmuştu, onları öpüp koklarken hiç bırakmak istemiyordum, ne yazık ki bu mutluluk sadece 1 saat sürecekti, kimin umrundaydı tarifi olmayan bir mutluluğun içinde kaybolmuştum, tek korkum vardı sadece, bu yaşananların hayal olmasından, fakat evlatlarımın kokusu ayırıyordu hayal ile gerçeği birbirinden, dakikalarca bağrıma basmıştım evlatlarımı, sanırım
benim gibi gözü yaşlı biri daha bekliyordu evladını bağrına basmak için. Annemin gözleri kan çanağına dönmüştü, yaşlar yavaş yavaş yanaklarından süzülüyordu, o da ilk defa böyle güçsüz ve çaresiz görüyordu halen gözünde bir türlü büyütemediği evladını, kısık bir ses ile mırıldanma sanki bir çığlık gibi gelmişti kulaklarıma, ‘’ aşkım, aşkım, aşkımmmm ’’ diye, sadece filmlerde alışmıştık bu sahnelere, nereden bilebilirdik ki bir gün bizim de filmimizin bir sahnesi olacağını, o an ne yapacağımı hiç bilmiyordum, koğuşta hiç düşünmemiştim, gerçeğinin daha acınaklı olacağını, her ne kadar da gece gündüz cezaevi filmleri izlesek de ilk defa utanmıştım Çakır gözlü yârimin karşısında, yanımda annem olmasa içime çekip saatlerce öpe koklaya sarılacaktım. Çakır gözlüm de çok yorulmuştu. Ve korkulan an gelmişti, ışıklar kapanmış ‘’görüş bitmiştir’’ diyen gardiyanın sesi kıyamet günü çalacak ‘’SUR’’ sesi gibi kulaklarımda çınladı son sarılmalar vedalaşmalar başlamıştı,’’ Hoşça kal Çakır gözlüm, hoşça kal kıymetlim, yârim, hoşça kal, işte sana tek diyebildiğim hoşça kal’’.
Ve yine gelmiştik bir filmin daha sonuna, ama böyle olmamalıydı, çocukluğumuzu geçirdiğimiz Türk sinemalarının sonu hep mutlu bitmiyor muydu, esas kız ile esas oğlan hani birbirlerine kavuşuyorlardı,
yönetmeni mi yanlış yazmıştı, yoksa oyuncaları mı yanlış oynuyordu, bir yerlerde büyük bir hata vardı,
aslında sonuna geldiğimiz filmin daha başında olduğumuzun farkına bile varamamıştık, zaten korkulan da bu değilmiydi, ne zaman bitecekti bu film, izleyeni her ne kadar da olmasa oynayanları hem izliyor hem de hüngür hüngür ağlıyordu. Yine bulmuştuk bedenimizi B10 koğuşunda, her ne kadar da ruhumuz ve aklımız sevdiklerimizde kalsa da, kapılar kapandı, kalmıştı 20 ayrı hikaye ile baş başa….
Evet sevgili okuyucularım, her zaman sonunda kendimiz ile baş başa kalmıyormuyduk. Okumuş olduğunuz satırlar 4 duvar arasında sizler için yazdığım, fakat sadece okuyup tozlanan kitaplarınızın arasına bir kitap daha eklemeniz için değil, ağır bedeller ödeyerek edindiğim tecrübeleri bedel ödemeyerek öğrenin diye satırlara döktüm…
Benzer Yazılar
Yazara Soru Sor
Yeniler
İşten değil aramaktan yorulanlar!
Tehlikelidir değişmek kelimesi kişinin var olan statüsünün hiç hazır olmadığı bir anda onu ensesinden yakalaması. Gerçi kaç insan hazırdır ki bilinmez bir yolda fenersiz yürümeye… Bu yüzden zordur değişim vücudun hiçte hazır olmadığı bir süreçtir bu evre, kişinin daha önce hiç deneyimlemediği bir engel ile…
İşsizlik
Yetişkin bir bireyin yaşamının sürekliliğini sağlayabilmesi, özgür olabilmesi için çalışması gerekir. Herhangi bir işte çalışmak kişinin işe yarar hissetmesini, değerli hissetmesini sağlamakla birlikte aidiyet duygusunu besler. Toplumsal açıdan baktığımızda ise toplum, başarılı ve mutlu insanlara değer verir. Böyle olmayan herkesin değerini görmezden gelir. Toplum içinde…