Sosyal Mesafe, METAFİZİK BİR MESAJ; İnsanlar arasındaki “yakınlığı” “mesafeye” çeviren “dur!” ihtarı
DERVIŞIN TESELLI KOLLEKSIYONU’NUN Yazarı Mecit Ömür Öztürk ile söyleşi
Kısaca biraz kendinizden ve bu kitapları yazma sürecinizden bahseder misiniz?
Nasıl karar verdiniz Dervişin Teselli Koleksiyonunu yazmaya, sizi tetikleyen ne
oldu?
Felsefe öğretmeniyim. Son yıllarda bazı kitap çalışmalarıyla meşgul olmaya başladım.
Öncesinde bir medya geçmişim var. Dervişin Teselli Koleksiyonu, diğer kitaplarıma göre
daha fazla ilgi gördü.
Ben hayatımda düştüğüm neredeyse her sıkıntıdan kitapların el uzatmasıyla çıkabilmiş
biriyim. Öncelikle kendime, sonra da başkalarına el uzatabileceğini düşündüğüm bir
çalışma ortaya koymaya çalıştım. Bir kısmı tozlu raflarda kalmış kadim kitaplardan,
günümüz insanının sorunlarına bazı çözümler bulmaya gayret ettim.
Âlimlerden de filozoflardan da, yaralanmış insan zihnini ve kalbini onaran yaklaşımlar
yakalamaya çalıştım. Kitabı okuyanların, o yeniden başlama duygusunu, hayatı yeniden
inşa etme heyecanını kazanmış olmalarını amaçlamıştım. Bilgi veren kitaplar vardır,
huzur veren kitaplar vardır. Bu, ikinci kategoride bir çalışmaydı.
İnsanların hiç olmadığı kadar sıkıntılı bir yaşam sürdüğü bir dünyada yaşıyoruz.
Dünyanın her yerinde daha çok ümitsizlik, daha çok bunalım, daha çok depresyon var.
İnsanlar kederlerini, acılarını neyle dindirecekler? Alkol, uyuşturucu veya zararlı
bağımlılıklar acıları bastırmakta yoğun olarak kullanılıyor. İnsanların ruh dünyaları
açısından zararsız bir ağrı kesiciye ihtiyaç duydukları muhakkak. Bugün ister edebi
alanda, ister sanatın diğer dallarında olsun insanın kalbindeki ağır yükleri hafifletecek
eserlere ihtiyaç var. İnsana ümit vermeye, onu ayakta tutmaya çalışan eserler üretmek
zorundayız. İnsanın en azından kitap okumakla dindirilebileceği kederleri de vardır ve
bunlar bence pek çoktur.
Teselli kelimesinde biraz avuntu anlamı da yok mu?
Teselli ve ümit odaklı kitap çalışmalarında gözden kaçırılmaması gereken şey,
gerçekliktir. Maksat, düşünceler yoluyla insanı uyuşturmak değil, onu uyandırmak
olmalıdır. Çünkü acı karşısında kendini uykuya bırakan zihin eninde sonunda uyanacak
ve acı gerçeğin daha büyümüş bir haliyle yüzleşecektir. İnsanı gerçeklerden kısa bir süre
uzaklaştıran ama ardından daha sert bir yüzleşmeyle karşı karşıya bırakan bir afyon gibi
olmamalıdır bu eserler. Çekilen acıya bir başka pencereden bakabilmeyi içermelidir ve
kalıcı bir rahatlama hissini beraberinde getirmeyi başarmalıdır. Dervişin Teselli
Koleksiyonu doksan dokuz bölüm halinde aynı acıya doksan dokuz açıdan bakabilme
antrenmanıydı aslında. O kadar fazla açıdan bakınca da, insan teselli de olmuş oluyor
muhakkak. Ama bununla birlikte bir onarımın da hedeflendiğini söylemek gerekir.
Büyük bir satış başarısına ulaştı bu kitap. Bunu bekliyor muydunuz? Nasıl tepkiler
aldınız? İnsanların geri dönüşümleri nasıl oldu?
Kitabı yazarken, yayın odaklı yazmadım, elimdeki dosyayı bitirme odaklı çalıştım. Hayırlı
bir iş olarak gördüğüm bu konunun yazma aşamasının bitirilmesini öncelikli görev olarak gördüm. Dosyanın bitmesinin ardında bekleyen süreci kendime değil, kadere bağlı bir süreç olarak yorumladım. Kitabın yayınlanıp yayınlanamayacağından bile emin değildim. Gönderdiğim ilk on yayınevinin tümü aylarca inceledikten sonra kitabı reddetti. On birinci sırada gönderdiğim yayınevi ise, dosyayı e-posta olarak ulaştırmamdan neredeyse beş dakika sonra yayınlanabilir kararını verdi. Kitabın kendi
özel öyküsü olduğunu ve bu öykünün benim plan ve kararlarımdan ayrı bir düzlemde
gerçekleştiğini o gün anladım.
Olumlu geri dönüşler tahminimden çok fazla oldu. Hemen her gün zamanımın bir
kısmını, kitapla ilgili düşüncelerini ileten okurlara cevap yazmaya ayırıyorum. Genellikle
tıkanmış, zor zamanlardan geçen kişilerin, kendilerine kitabın tam zamanında denk
geldiğini söylemeleri beni mutlu ediyor.
Doğu’dan Batı’dan doksan dokuz teselli aslında Allah’ın güzel isimlerini kendinizce
yorumlayışınız. Ama içinde Kuran ve İslami kaynakların yanı sıra Dostoyevski’nin,
Goethe’nin batılı filozof ve yazarların da sözleri ve bakış açıları var. Buradaki amaç
neydi?
Acıların anlamını tahlil ederken, öncelikle insanın ve acıların yaratıcısına danışmak
elbette en isabetli olanıdır. Oradan yaptığımız çıkarımların gerek doğulu gerek batılı
düşünürlerce yapılan çıkarımlara tevafuk etmesi, onlarla benzer çizgide uyum içerisinde
olması, insanın bu tahlillere daha da sıkı sarılmasıyla sonuçlanabiliyor. Maksadım bir
yandan da keyifli bir okuma deneyimi sunabilmekti. Rilke’yle Harakani Hazretlerini aynı
cümlenin içinde buluşturmak, edebi bakımdan yazarken bana, okurken de okurlarıma
ayrı bir edebi bir tat sunmuştur diye ümit ediyorum.
Batı’yı ve Doğu’yu neden aynı zeminde buluşturmaya çalıştığıma gelince, Mevlana’da
beni diriltecek satırlar, beni düştüğüm kuyudan çıkaracak yaklaşımlar var olduğu gibi,
Arabi’nin Füsus’unda da bunlar mevcuttur. Ama bu demek değildir ki Sokrates’te,
Platon’da, Hegel’de, Kant’ta, Spinoza’da böyle yaklaşımlar yoktur. Hayır, elbette var,
hem de çok etkili olarak vardırlar. Mürekkeplerini damarlarından akan kan gibi yürekten
kullanmış olanlara ne demeli? Dostoyevski’de, Cibran’da, Rilke’de, Tanpınar’da,
Geothe’de kararmış ruh halimizi aydınlatacak öyle bölümler vardır ki, oralara
geldiğimizde kendimizi bir evliyanın divanının satırları arasındaymış gibi hissederiz. Bir
acısı olan her insanın, ki herkesin mutlaka bir acısı vardır, tasavvufun ve felsefenin
derinliklerinden uzanan bu ellere ihtiyaç duyacağı muhakkaktır.
Neticede Doğu’nun da Batı’nın da ortak meselesidir hüzün.
Avusturalya’daki bir ailenin sorunlarıyla, Arabistan’daki bir ailenin yaşadıkları çok
benzerdir. Eşiyle sorunu vardır, çocuklarıyla vardır, hastadır, evladını kaybetmiştir… Bu
insanların kendileri değilse de acıları akrabadır. Bunu hazlar için söyleyemeyiz. Bir
Sudanlının lüks bir evden aldığı haz, onun eve yüklediği tarihsel anlamın farklılığından
dolayı bir İngiliz’inkinden farklı olabilir. Ama dişimiz ağrıdığında dünyada dişi ağrıyan
herkesle benzer bir sıkıntı yaşarız. Keder evrenseldir. Filozofların tesellilerinin evliyaların
tesellileri kadar etkili olduklarını gördüm. Seneca’nın söyledikleri, Muhyiddin Arabi’nin
keder konusunda söylediklerinden eksik kalır bir yanı yok. Kant ve Hegel neredeyse
Mevlana kadar ustalaşmaya başlıyor konu insan ve onun hüzünleri olunca… Nietzsche
diyor ki “Dünyaya zaman sona ermiş gibi bakın, bükülmüş olan her şey size düz
görünecektir.” Ben bu cümleyi bir
konferansta yanlışlıkla Muhyiddin Arabi’nin sözü diye aktarsam, karşımdakiler Arabi
uzmanı değillerse, kimsenin beni uyaracağını, bu söz Arabi’nin sözüne benzemiyor,
diyeceğini sanmıyorum.
Rilke’nin bir sözünü almışsınız: “Bizler ızdırapları heba edenlerdendik” diye…
Bunu biraz açar mısınız?
Acılar karşısında üç yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Birincisi onları yok etmeye
çalışmak, ikincisi onları bir şey yapamadan seyretmek yani sabır ve tahammül etmeye
çalışmak, üçüncüsü de onlardan faydalanmaya çalışmak… Sağlıklı olan yaklaşımın
üçüncüsü olduğunu düşünüyorum. Istıraplara, acaba bundan nasıl faydalanabilirim, bunu
altında ezildiğim bir yük değil de üzerine bastığım bir basamak olarak nasıl kullanabilirim
diye derin tefekkür etmek gerekir. Başımıza gelen hadiseler, bizi sarsmak için değil,
güçlendirmek ve geliştirmek için gelir. Ama bu onlara biraz da o gözle bakmakla ortaya
çıkan bir gerçektir. Alıcı gözle bakmak…
Hepsini okudunuz mu bu kitapların?
Kitapta isimleri geçen eserlerin büyük bir kısmı okuduklarımdan… Fakat bazı meseleler
var ki, onları bazen yolda yürürken yanından geçtiğim insanların değindiği bir meseleden,
bazen otobüste yanında oturduğum kişinin -neredeyse gözüme sokarcasına okuduğu-
gazetenin veya kitabın bir bölümünden aldığım da oldu. Kitaba girmesi gereken, orada
olmasının faydalı olacağı içeriklere hiç umulmadık yerlerde rastladığım da oldu.
Nihayetinde kitapların da kaderi var ve nasibinde olan içerikler eninde sonunda onlarda
yer bulmayı bir şekilde başarıyorlar diye inanıyorum.
Musibet bize neden verilir? Temelinde ne var bu dersin?
Bence bu sorunun tek bir cevabı yok. Belki binlerce cevabı var. Musibetin bir insana
gönderilme sebebiyle, bir başka insana gönderilme sebebi farklı olabilir. Yani insan
sayısınca farklı hikmetler söz konusudur. Tek bir insanı ele aldığımızda da, onun başına
geçen yıl gelenlerle bu yıl gelenler arasında hikmet bakımından farklar olabilir. Bu
sebeple her musibet özel bir mesajla, kişiye ve o zamana has bir anlamla insana ulaşır.
Musibet kelimesiyle isabet kelimesi aynı kökten kelimelerdir. Kişiye özel anlam yüklü olan
bu hadiselerin, bir vaka incelemesi şeklinde ele alınması durumunda birçok anlam ortaya
konulabilir. Dervişin Teselli Koleksiyonunda doksan dokuz başlık halinde, insanın başına
bu hadiseler neden gelir sorusunun cevabını aradım. Bu içeriklerden her biri genel bir
çerçeve çizdiği için, kitabı okuyanlar, kendi başına gelenler için manevi bir yorum üretme
konusunda daha fazla mesafe kat etmiş olacaklardır diye düşünüyorum. Bu başlıklardan
birini ön plana çıkarmam gerekseydi, bu soruya cevap olarak inkişaf tesellisini ön plana
çıkarmak isterdim. Musibetlerin önemli anlamlarından biri de, insanın içindeki
potansiyellerin açığa çıkmasına vesile olmasıdır ve buna eski dilde inkişaf denilmektedir.
Ruhsal olarak huzurda ve dengede kalmanın sırrı size göre nedir?
Eksiksiz bir ruhsal huzurun ve kusursuz bir psikolojik dengenin kurulamayacağına
inananlardanım. Bunun en azından bu dünyada olamayacağını düşünüyorum. İnsan
acılarıyla ve sevinçleriyle insandır. Başarıları ve başarısızlıklarıyla insandır. Dengeli
halleri ve zaman zaman dengeyi kaybetmiş halleriyle insandır. Mantığı ve mantık dışı tutumlarıyla insandır. İnsanı tam olarak dingin bir ruh haline ulaştırdığını ve hep öyle kalmasının bir formülünü bulduğunu öne süren yaklaşımlar da var elbette. Hadiseler üzücü halde geldiğinde üzülmeyen, gerginlik başladığında öfkelenmeyen, gözyaşları onu zorladığında bunu engellemeyi geçiyorum, o haldeyken gülümsemeyi hatta kahkahalar atmayı bile başaran bir insan fikri bana ölü bir insan fikri gibi geliyor. Ben bunu sanayinin ve teknolojinin ilerlemesiyle benzer görüyorum. Hep daha kusursuz makinalar gördük,
hep daha az eksiğe sahip olan ve git gide mükemmelleşen aletler üretildi. İnsanı da
zaman ilerledikçe daha az acı çeken ve daha az kusurlu bir varlık olmaya doğru gider
diye düşündük. Halbuki insanın ilerleme tarzıyla teknolojinin ilerleme tarzı birbirini
tutmaz. Makinalar zaman ilerledikçe eksiklerden arınmaya, insansa zamanın gerisinde,
kadim zamanlarda elde edilmiş “ruhsal denge”ye ermeyi yeniden öğrendikçe daha dingin
olur.
Fakat huzurda ve dengede kalmaktan kasıt, sekine içerisinde bir dinginliğe, bir iç
bütünlüğüne ermekse; yani insanın bütün gerçekçi taraflarıyla birlikte, onun insani olan
yanlarını törpülemeden ona doğal ve dengeli bir hal kazandırmaksa… O halde bunun
elbette -herkese göre ayrı- bir sırrı olmalı.
Dengeli bir ruh hali için son yıllarda “kabullenme” kavramı üzerinde çokça duruldu.
Yaşamı kabullenmek, insanları kabullenmek, hadiseleri kabullenmek, karşımıza çıkan
yeni gelişmeleri kabullenmek, bazen hayal ettiklerimizin, planladıklarımızın
gerçekleşmemesini kabullenmek, istediklerimizin olmamasını kabullenmek… Yaşam
sistemimizin tamamen bize ait olmadığını ve her karışıyla gerçek bir sahibinin var
olduğunu kabullenmek… Kabullenmek derken de mücadele etmemekten, her şeye
teslim olmaktan, çaba sarf etmemekten bahsedilmedi. Gayret ve çabalarımıza rağmen
karşımıza çıkan durumlardan bahsedildi. Kendimizi kabullenmek ve dış dünyamızı
kabullenmek, geçmişle, gelecekle barışmak… Hüzünlerimizle de sevinçlerimiz kadar
sevmek ve benimsemek… Fakat bence bu kabullenme fikri, yerini bir başka meseleye,
“anlama” kavramına bırakması gerekir. İnsan arka planını, gerçek anlamını
kavrayamadığı, sebep sonuç ilişkilerini iyi tahlil edemediği meseleleri nasıl kabullenebilir,
onlarla gerçek bir barış içerisine nasıl girebilir? Dengede kalmanın sırrı bence
anlamaktır, çözümlemektir, başımıza gelen en küçük şeyin bile görünen ve görünmeyen
anlamları üzerinde durabilecek bir kabiliyete ermektir. Gerçek ve faydalı bir kabul ancak
yeterli bir çözümlemenin ardından geliyorsa hakikidir, yoksa o bence etkisi kısa zamanda
kaybolacak olan sahte bir kabul olacaktır.
Korona da bir musibet ve toplu olarak dünyaya geldi? Bazıları Korona’nın biyolojik
silah olduğunu söylüyorlar. Siz bunu nasıl yorumluyorsunuz ne anlamamız
gerekiyor sizce bu musibetten? Eğer bu doğruysa Allah buna sizce hangi anlamda
izin verdi?
İster biyolojik bir silah olsun, ister tabii bir afet olsun fark etmez, yaşamın bunca
merkezine giren ve herkesi derinden etkileyen böyle bir gelişmenin yaratıcının izni
haricinde olması, onun hükmü dışında gerçekleşmesi söz konusu olamaz. Ben burada
ilahi sırrın hani şu çok sloganlaşan “sosyal mesafe” kavramında yattığını düşünüyorum.
Yaratıcı, insanla insan arasındaki “yakınlığı” “mesafeye” çevirdi. Şöyle bir ayrılın bakalım,
dedi. Çünkü yan yana gelmeler, birlikte hareket etmeler, birlikte oturup kalkmalar artık
iyilik için, hayır için, faydalı olmak için değildi. Genellikle üzmek için, sarsmak için,
zedelemek için, kirletmek için insan insanın yanına yaklaşıyordu.
İyi niyetli ve samimi duygularla ve başkalarının iyiliği adına yan yana gelme biçimleri
neredeyse tamamen ortadan kalkmış durumdaydı. Dünya çapında bu böyleydi ve insan
ruhunu zedeleyen bu yakınlaşma şekillerine bir “dur!” ihtarı verildi diye düşünüyorum. Bir
taraftan da, insanların kendileriyle baş başa kalıp işten, güçten, okuldan ve
arkadaşlardan uzak bir şekilde kendi varoluşu, yaşama niçin geldiğini ve nereye doğru
gittiğini sakin kafayla düşünmesi için bir imkan verildiğini düşünüyorum. Sürecin
uzamasının altında da, insanoğlunun bu mesajları almaya niyetli olmaması faktörü
yatıyor bence. Tabi bunlar şahsi fikirlerim.
İbadet ve dua insanı korur mu başına gelebilecek musibetlerden?
Görünen o ki bu konuda iki farklı yaklaşım var. Birinci görüşe göre duayla, ibadetle başımıza
gelmiş olanlardan veya geleceklerden kurtulamayız, fakat dualarımız bize bir sakinlik, eskilerin
söyleyişiyle bir sekine hali kazandırır. Bu açıdan duanın kazandırdığı tek şey psikolojik bir
rahatlamadır. İkinci görüşe göre de, dua ve ibadetlerimiz gerek başımızdaki kederlerin azalmasına
veya kalkmasına, gerekse gelecekten bize doğru yola çıkmış olanlarından korunmamız konusunda
önemli bir etkiye sahiptir. Ben bu düşüncelerden ikisinin birlikte yan yana bir gerçekliği olduğu
kanaatindeyim. Duanın koruyucu, değiştirici ve dönüştürücü büyük bir gücü olmakla birlikte,
yaşattığı kalp huzurunun da onun bir başka işlevi olduğu fikrindeyim.
Related posts
Yazara Soru Sor
Yeniler
İşten değil aramaktan yorulanlar!
Tehlikelidir değişmek kelimesi kişinin var olan statüsünün hiç hazır olmadığı bir anda onu ensesinden yakalaması. Gerçi kaç insan hazırdır ki bilinmez bir yolda fenersiz yürümeye… Bu yüzden zordur değişim vücudun hiçte hazır olmadığı bir süreçtir bu evre, kişinin daha önce hiç deneyimlemediği bir engel ile…
İşsizlik
Yetişkin bir bireyin yaşamının sürekliliğini sağlayabilmesi, özgür olabilmesi için çalışması gerekir. Herhangi bir işte çalışmak kişinin işe yarar hissetmesini, değerli hissetmesini sağlamakla birlikte aidiyet duygusunu besler. Toplumsal açıdan baktığımızda ise toplum, başarılı ve mutlu insanlara değer verir. Böyle olmayan herkesin değerini görmezden gelir. Toplum içinde…